Dokuz Eylül Üniversitesi, Endüstri Mühendisliği Bölümü, III. Sınıf
"Erasmus! Hep hayalini kurarken bir anda kendimi İspanya’nın Atlantik kıyılarındaki yemyeşil bir köşesinde buluverdim: Santiago de Compostela Üniversitesi. Avrupa’nın ilk üniversitesi olan bu okulun kampüsü tarih kokuyordu. Şehir ise başlı başına bir müze! İngilizce bilen birilerini bulabilmek umuduyla çıktığım yol, tatlı bir hayal kırıklığıyla sonlandı. İngilizceyi neredeyse hiç bilmeyen bu sevimli insanlar, gözlerinin içindeki sıcaklıkla aradan dil mesafesini kaldırıyorlardı.
Meksikalı ev arkadaşım ve İspanyolca olan derslerim de eklenince zorlanarak ama olabilecek en eğlenceli şekilde ilerlettim İspanyolcamı. Sonrası ise neler olup bittiğini bile anlamadan sona eren bir yaşam, en renkli sayfası hayatımın. Artık Arjantin’e gittiğimde beni dört gözle bekleyen insanları bulacağım karşımda, dostlarımı. Hediye olaraksa Türk kahvesi ve lokum götürüyor olacağım. Çünkü benden ısrarla fallarına bakmamı isteyecekler! Artık Meksika’ya gittiğimde onların acılı ve baharatlı şekerlerinden yerken zorlanmayacağım, beni nelerin beklediğini biliyorum. İngiltere, Portekiz, Brezilya, İtalya, Polonya, Endonezya, Kolombiya! Hepsinden bir şeyler öğrendim ve inanıyorum ki hepsine Türkiye’yle, Türklerle ilgili bir şeyler öğrettim. Birçok önyargıyla karşılaştım burada. Ama bana tanıştığımızda “Türkiye Asya’da mı yoksa Afrika’da mı?” sorusunu soran arkadaşımın fikirleri artık çok daha farklı. Ev arkadaşım Aleida artık bergamot aromalı çayı olmadan kahvaltı yapmayı sevmiyor. Hepsi “Merhaba!” demeyi öğrendi ve biz de hepsinin kendi dilinde “Merhaba!” demeyi öğrendik. Eğer bu yazıyı okuyorsan arkadaşım; ve eğer aklında “Erasmus yapsam mı acaba?” gibi bir düşünce varsa sana hiç düşünmeden gitmeni tavsiye ederim. Asla unutamayacağın yüzlerce hatıra; güzel dostluklar; özlem dolu, seni tekrar görmeyi bekleyen buğulu gözler bırakarak geri dönecek ve “Ne zaman bitti? Oysa ki daha yeni başlamıştık!” diyeceksin kendi kendine dönüş yoluna çıkarken... Adios!!!"
(Belgeleme 2014)
Boğaziçi Üniversitesi, İktisat Bölümü, III. Sınıf
"2013-2014 Akademik yılının bahar döneminde Boğaziçi Üniversite’sindeki eğitimime ara vererek bir dönemliğine Erasmus değişim programıyla Brüksel’deki Vrije Universiteit Brussel’a geldim. Erasmus denilince herkesin aklında bambaşka şeyler canlanır bambaşka planları vardır herkesin. Benim hayalimdeki Erasmus döneminin tek bir amacı vardı keşfetmek. Farklı kültürleri, insanları, coğrafyaları keşfetmek. İnsanın yeni limanlara yelken açması demek bir anlamda da merkezinden uzaklaşması, comfort zone’undan dışarı çıkması demek. Çünkü keşfetmek emek isteyen bir iş. Bu nedenle gerek akademik olarak dersler noktasında gerek insan ilişkileri yönünden, gerekse yaşadığım coğrafya açısından farklılıklara emek vermeye çalıştım bir dönem boyunca. Keşfetmek, tanımak ve anlamak için. Bir dönem boyunca en çok önem verdiğim olay insan tanımaktı. Avrupa’nın dört bir yanından arkadaşlar edindim, kültürlerini anlamaya çalıştım ve insana dair gözlemler yaptım.
Elde ettiğim sonuç yepyeni bir bakış açısı kazandırdı bana. Tabi birçok güzel anı ve hatıra biriktirdim zihnimde, fotoğraflarda ve not defterlerinde. Bir de böyle uluslararası bir arkadaş ortamında Dünya Kupası’nı izlemenin yaşamanın ne kadar eğlenceli, coşkulu bir şey olduğunu yaşayarak deneyimledim. Erasmus dönemi boyunca İspanya’dan Sırbistan’a, Amsterdam’dan Roma’ya 12 ülkede 20 şehir gezdim. Gezmek için ihtiyacımız olan para değil, yaşam enerjisi ve zaman. Sınırların nasıl anlamsızlaştığını yollarda gözlemledim. Zihnimin sınırlarındaki eşiği geçmemi sağladı bu geziler. Bazen bir interrail bileti ile bazen Ryan Air’ın kuşlar cıvıldamadan kalkan uçağıyla, bazen de otobüsle en az masrafla gezdim. Yeri geldi Belgrad’da bir İtalyanla önümüzde gerçekleşen araba kazasından son anda kurtulduk, yeri geldi Türk arkadaşlarla havaalanında şampiyonlar ligi finalini izlemek için üç terminal gezdik.
Her hafta sonu ve her tatil bir gezi planıydı benim için. Aşağı yukarı 1 buçuk aylık dönemde yollardaydım yani. Nereleri gezmişim acaba bir haritadan bakayım dediğimde ise gerçeklerle yüzleştim. Zihnimin sınırlarını aştığımı zannederken aslında nasılda Avrupa’ya sıkışıp kaldığımı fark ettim. Erasmus bitiminden sonra ilk işim doğuya gitmek olacak. Hindistan’a, Malezya’ya, Çin’e ve Latin Amerika’ya. Keşfin çok başlarındayız henüz. Erasmus’un akademik yönünü biraz arka plana atmıştım. Lisans düzeyinde İngilizce düzgün ders bulamadığım için aldığım yüksek lisans finans dersleri finans dünyasına bakış açımda değişikliklere sebep oldu. Daha öncesinde hep Amerikan sistemi geleneğinden gelen bir ekonomi bölümünde okuduğum için finansa dönük karamsar bakış açımda bir aydınlanma yaşandı. Brüksel’de yaşamak aynı zamanda Avrupa Birliği kurumları ile iç içe olmak anlamına geliyor tabi.
Avrupa Birliği’ni ve uluslararası birçok organizasyonu yakından tanıma fırsatı buldum. Okulumdaki ve şehirdeki diğer öğrenci kulüplerinin düzenledikleri etkinlikler, projeler ve ziyaretlere istisnasız katılmaya çalıştım. Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Adalet Divanı ziyaretleri derken bir anda kendimi 4 yıl önce interrail için Belçika vizesi başvurumu reddeden dönemin Belçika İstanbul Başkonsolosu Thomas ANTOINE’ın Belçika Lüksemburg Büyükelçiliğinde grubumuzun adına evinde verdiği resepsiyonda kendisiyle 4 yıl öncesi üzerine Türkçe muhabbet ederken buldum. 5 aylık bir süreçte ömür boyu hatırlayacağım bir deneyim yaşadım. Bolca öğrendim, paylaştım ve biriktirdim. Eğer bu yazıyı okuyan varsa ve anlattıklarımla biraz olsun benzer arayışlara, duygulara sahiplerse kesinlikle bu tarz bir değişim programına gitmelerini tavsiye ederim. Görmek ve tecrübe etmek yazıya dökülemeyecek ve yazıdan anlaşılamayacak kadar kendine özgü.."
(Belgeleme 2014)
Boğaziçi Üniversitesi, Bilgisayar Mühendisliği Bölümü, III. Sınıf
‘’2010 yılında hayatımı tam manasıyla değiştiren o kararı yani Boğaziçi Üniversitesine girmeye karar verdiğim o zamanı hiç unutamam. Esasında kararı yıllar evvelinde vermiştim fakat yine de elinizde “ihtimaller” olunca “acaba”lar da artıveriyor birden. O vakit terazimi değiştiren okulumun öğrencilere sunduğu yurt dışı bağlantıları ve değişim programları zenginliğiydi. Bu imkân benim için çok önemliydi çünkü hayatımda gittiğim en uzak mesafe – o da çocukken- memleketim olan Kars’tı. Amaç sadece ülkeden dışarı çıkmak değil kültürüyle, doğasıyla ve yapısıyla beni etkileyecek bakış açımı değiştirecek bir ülkeye gitmekti. Artık hedefe dönüşen bu heves ve Devak Eğitim Vakfı’nın bize kazandırdığı 3.00 not ortalaması alışkanlığı ile haritada istediğim yere gitme gibi bir imkân kazanmış oldum. Sanırım doğaya olan ilgim ve aldığım küresel iklim değişikliği dersinin de etkisiyle Türkiye’den gidilmesi en zor ülkelerden birini doğa harikası Avustralya’yı tercih ettim.
Avustralya hakikaten sahip olduğumuz ve görmeye alıştığımız bir çevreden çok farklı. Birçok şehrinde veya semtinde gezerken kendinizi bir doğa belgeseli içerisindeymiş gibi hissediyorsunuz. Farklı hayvanlar, çok güzel sahiller, yetişkin bir insan eli büyüklüğünde örümcekler ve korunmuş bir doğa.
Doğayı korumak Avustralya için bir gereklilik. Bu durum doğayı o bölgede çok kırılgan bir hale getiriyor. Özellikle de tavşan, kurbağa ve posum istilaları çok yakın vakitte yaşanmışken dikkatler daha da çok artmış. Daha hava alanına yaklaşırken dahi önlemler başlıyor. Uçakta elinize bir form tutuşturuluyor. Formda yanınızda taşıdığınız organik ürünleri bildirmek zorundasınız. Özellikle tavuk, kuş veya türevi ürünleri ülkeye sokamazsınız. Buna ek olarak diğer hayvansal ürünler de imkânsız gibi. O ürünlerle gelebilecek herhangi bir hastalık bir felaket olabilir. Bu örnek sadece ne kadar ciddi olduklarına dair bir ispat sayılabilir.
Avustralya habitat olarak ne kadar Türkiye’den farklı ise insanların cana yakınlığı konusunda bir o kadar benzer. Kaldığım süre boyunca Avustralyalı bir aile ile aynı evi paylaştım. Onların bir odalarını kiraladım. Kendileriyle farklı katlarda fakat aynı evde yaşıyorduk. Dönmeme rağmen onları unutmam imkânsız. Sadece birlikte kaldığım aile değil birçok kere Avustralya insanının misafirperverliğine tanık oldum. Fakat beni en çok etkileyen sanırım otobüste yaşadığım diyaloglardır. Otobüse her binerken ve inerken insanlar teşekkür ediyorlar. Şoförlerse neredeyse her zaman güler yüzlü ve asla acele etmiyorlar. Geldiğim ilk ay hem okulun açılması hem de mezuniyet işlemleri yakın tarihlere denk gelince çokça öğrenci otobüs bekler oldu. Yine bu şekilde kalabalık bir perşembe gününde otobüs şoförü kalabalık olan otobüsü yolda durdurdu ve “Sizlerden çok özür diliyorum otobüsü durdurduğum için fakat bir sonraki durak da muhtemelen kalabalık olacak, rica etsem arkaya doğru ilerleyebilir misiniz” dedi. İnsanlar ilerledikten ve her şey yoluna girdikten sonra “Herkese çok teşekkür ederim. Hepinize iyi akşamlar” dedi. Tabii ki Türkiye’deki manzaralara aşina olan ben büyük bir şok yaşadım.
Hayat bu kadar keyifli ve kaliteliyken eğitim durumu da aklımda bir soru oldu. Listelerde okulum gayet iyi bir sıradaydı. Ve okulun açılmasını beklemeden okulu keşfe gittim. Gittim ve kayboldum. Gördüğüm en büyük kampüs olan İTÜ Ayazağa kampüsünden sanırım 3-4 kat daha büyük, kendine ait gölleri (3 adet gölü vardı) ola, 100’den fazla binası, 2 otobüs durağı (çoklu durak) ve bir deniz otobüsü iskelesi olan devasa bir kampüsle karşılaştım.
Kampüs büyüklüğü elbette kalite demek değildir fakat sahip olduğu imkânların habercisidir. Eğitim sürem boyunca üniversitemdeki kadar kaliteli öğrenci ve eğitimci kitlesine rastlamadım fakat sahip oldukları laboratuvar, kütüphane, derslik ve alanları görünce çok iç geçirdim. Her ne kadar eğitmenleri ve öğrencileri iyi olsa da üniversiteleri üniversite yapanın dersler değil araştırmalar olduğunu anladım. Toplumumuzda ve gündelik hayatımızda ne kadar çok bizi uyuşturan, afyon etkisi yaratan olay olduğunu hatırlayarak bu tip bir okula sahip olmamızın yakın gelecekte imkânsız olduğuna kanaat getirdim.
Okul başladıktan sonra dersleri takip ve çalışmak pek zor olmayınca bende kendimi gezmeye ve belki de ömrümde sadece bir kere gelebileceğim bu yalnız kıtayı görmeye verdim. Başlıca büyük şehirlerini Melbourne, Sydney, Brisbane ve Cairns’i gezdim. Ayrıca dünya harikası Greet Barier Reef’i ve Whitsundays Islands’ı görme fırsatım oldu. Bunlara ek olarak Melbourne yakınlarındaki tarihi altın kasabası Ballarat’ı da ziyaret etme imkânım oldu.
Su korkum olmasına rağmen gözetmen eşliğinde dalış yaptım. Avustralya’nın 8 km açığında okyanusun ortasında şnorkel ile yüzdüm, resifleri inceledim. Belki akvaryumlarda görülmeyecek balıkları kendi yaşam ortamlarında gördüm. Soruyu duyar gibiyim. Evet, köpek balığı da gördüm!
Dünyanın en güzel korunmuş sahillerini ve orada bulunan timsah var dikkatli olun, denizanası var koruyucu kıyafet olmadan yüzmek ölümcül derecede tehlikelidir ve köpek balığı saldırısına karşı dikkatli olun uyarılarını gözlerimle gördüm.
Ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler listesinde olan ve sanki bu dünyaya ait olmayan bir yer olan Whitsundays Islands’a gittim ve orada Whitehaven Beach’i gördüm. Tek bir tanesi 80.000 yılda oluşan kum taneleri üzerinde yürüdüm. Tuzlu suda yetişen mangrove ağaçlarının yapraklarına dokundum.
Sadece balıklar ve örümcekler görmedim. Kangurular gördüm ellerimle besledim. Koala gördüm. Hatta sarıldım. Dünyanın belki de en tembel fakat en tatlı hayvanları. Avustralya koala ve kanguru gibi birçok hayvanın anavatanı ve tek vatanı. Gerek mevsim gerekse yiyecek açısından yaşamaları mümkün değil.
Cevap basit aslında: Özgür ve güçlü kadın nüfusu… Avustralya da kadınlar tam anlamıyla erkeklerle eşit haklara ve eşit güce sahipler. Kadın özgür olunca üretim artıyor. Kadın özgür olunca toplum özgür oluyor. Kadın özgür olunca aile özgür oluyor. Kısacası gelişmenin tek yolu kadını özgür ve güçlü kılmaktan geçiyor.
Kendimce edindiğim bu cevabı düşünürken fark ettim ki bundan 90 yıl evvel Mustafa Kemal Atatürk bunu görmüş ve toplumu geliştirmek, refahını artırmak ve özgürleştirmek için ilk olarak kadını güçlendirmiş. Onlara toplumun ön saflarında yer vermiştir. Zaten ilk 10 yıl da atılan adımlar ve akabinde alınan gelişmeler tek başına bu teorinin kanıtıdır benim nezdimde.
Konu Atatürk’ten açılmışken, Avustralya’nın hemen her büyük kentinde bir Atatürk büstü vardır. Sanırım bugün bizim gösteremediğimiz saygıyı bizden kilometrelerce uzakta bizim yerimize onlar gösteriyorlar.
80 günde devri âlem” kitabında ki kadar olmasa da maceralı tek bir günü dahi sıkılmadan geçen bir hayat deneyimi oldu.
Not: Sanırım koalalı ve kangurulu resim olmadan tam bir Avustralya yazısı olmayacağı için sonradan resmi ekledim.’’
(Belgeleme 2013)